31 Mart 2020 Salı

E. Ali Aydın/Corona günlerinde sınıf gerçekleri


Sermayenin kalemi bizim derdimize mürekkep akıtmaz kardeşlerim.
Corona salgını, sınıfsal farkların yakıcılığına dair yeni bir tartışma açtı. Salgın sınıf farkı gözetmediği için tartışmalar bambaşka bir boyutta seyrediyor. Virüs herkeste aynı semptomlara neden oluyor; aynı belirti ve rahatsızlıklar, aynı tehlike, ölümün karşısında eşitlenme duygusu.
Kimisi zengin ve fakir arasında ölüm karşısında eşitlik sağlandığı için ‘ilahi adalete’ vurgu yapıyor. Kimisi de ‘doğa intikamını alıyor’ diye yaygara çıkarıyor. Yanlış, eksik… Kötü niyetli olmasa bile yıkıcı ideolojik kırıma yol açacak; liberalizasyonun yoluna açacak, sınıfa karşı yeni uygulamaların kaldırım taşlarını döşeyecek politik aymazlık.
Birincisi virüs ilahi adaleti sağlamadı. Herkeste aynı etkiyi yarattığı için bu yanılgı çoğalıyor. İlahi adaletin sağlandığı söylemi sistemi meşrulaştırıp, kendini yeniden üretmesine fırsat sağlıyor. Hali hazırda devam eden eşitsizlik fakirlerin sağlık hizmetine erişimini kısıtlıyor. Virüs herkese karşı eşit olsa da, fakirin ondan korunmak için kendini izole etme imkânı kısıtlı; yakalanınca da tedavi imkânı yok. Virüs herkese eşit muamelede bulanabilir. Lakin egemen sınıfa mensup birinin virüsle temas etme riski çok düşük.
Bu sahte adalet çığlıklarına kanmayın! Adalet, varsa mahşerdedir kardeşlerim.
Umut, fakirin düşmanıdır. Umut, ölmeyi beklerken bir parça mutluluk hayıflanmasıdır. Sen değiştirmezsen, ne doğa ne de tanrı, hiç kimse ya da hiçbir şey dünyanı değiştirmeyecek.
İlacın özneleşmektedir kardeşim. Gökten zembille bir şeyin inip dünyayı değiştirmesini beklersen hayıflana hayıflana öleceksin. 
İkinci olarak, doğa intikamını almıyor. Kapitalist üretim biçimlerinin dünyayı ve insanları getirdiği durumu idrak ediyoruz.
Bir cümleyi kurma biçimin neyi amaçladığını da gösterir. Şayet her şeyin sorumluluğunu sıradan insanların üzerine yıkıyorsan sistemi aklıyorsun demektir.
Bu doğanın intikamı söylemi; lansman, ideolojik reklam, kapitalist dönüşüm bağlamında liberal bir doktirner çabanın ürünüdür. Yeşil ekonomi denen şey de sistemin kabuk değiştirmesinden başka bir şey değildir. Dün dünyayı yağmalayan dev tröst, holding, oligark ve hükümetlerin bugün ‘yeşil ekonomi’ adı altında başka bir biçimde sömürmesidir.
Tüm bunları yaparken de, daha önce yaptıkları işin sorumluluğunu sana yüklerler. ‘Akıllı ol, mahvettin dünyayı!’.
Dünyanın kaynaklarını sömüren egemenler, ahlaki standartları belirleme gücüne sahip olduğu için dünyanın geldiği halden seni sorumlu tutuyor. Dünyanın bu hale gelmesinde egemenlerle aynı sorumluluğa sahip değiliz. Ettiği kârını, sağladığı mikro-makro iktidar olanaklarının tümünü; ideolojik söylem üstünlüğünü bizimle paylaşmadı egemen.
Egemen kârına ortak etmediği dükkânın zararına ortak eden çakal bir esnafa benzer.
Bu ‘doğa intikamını alıyor’ yaygarası da egemenin ekmeğine yağ sürüyor. Kanmayın!
Yan Dünya Yan!
Gıda ve ihtiyaç stoklama revaçta. Tam da burada, gözden kaçan şey şudur. Dünyanın bir kısmı ihtiyaçlarını stoklama imkânına öteden beri sahipti. Bir kısmı ise, virüsün ortaya çıktığı günden beri öldürdüğü kadar insanı her gün öldüren bir açlıkla yüzleşiyordu.
Günümüz insanı, hem eşitsizliğe dair yeni bir tartışma ortamına hem de bir anlığına sınıfsal farkların ortadan kalktığı bir düşünsel düzleme erişti. Ölüm karşısında eşitlik fikri; marazi, arabesk, sözde bir intikam efsanesi yaratıyor. Güzel söylenmiş popülist sözlerin manzaranın genelinin görünmesini engelleyen bir etki yarattığı muhakkak. Sözlerin estetik duyarlılığına katkısından çok bir gerçeğe ne kadar yaslandığı belirleyicidir.
Mevcut durumda, feleğin çarkından bir murad beklemek sınıfsal bir aptallıktır. ‘Yakarsa dünyayı garipler yakar!’ Sınıfsal gerçeğe karşılık gelen bakış açısı budur.
Dimağımızda asılı kalmış tüm sözlerin anısını taşıyan vefalı insanlarız. Gerçeği, olması gerekeni; olduğu gibi söylemiş tüm insanlara borcumuz var.
Adaletin olmadığı, açlıkla, ölüm ve savaşlarla sınandığın bir dünyadasın.
Bu dünyanın yanmasını bekleme. Bu dünya yanacaksa sen yakacaksın! 

9 Kasım 2010 Salı

Kasap


Odanın çoğalttığı bir insanlık durumu sanki. Kanın, duvara işlemiş nemin badanayı göğertmesine benzer edimi, olacaklarla olmuşların arasında duran adamın kibrini kuşatması da; sorgulanan ve sorguyu hayatın tümüne yayacak bütünlükle cevap veren birinin cesaretini taşıyor kuşatma. Ölümün, çoğalttığı varlık bilincinden bağımsız bir cümle kurulmuyorsa ve yaşamın anlamına da neticesiyle tescillemesiyle de, ölüme uhrevi bir hava katmak gereksiz. Nihayet, bir oluşun kendisini barındıracak kadar yetkin bir edim değil; ölüm bile olsa.

Boğazladığı buzağının çınlaması gereken bir yankı olduğunu, kanın beton üzerinde oluşturduğu gölcüklerin de hayvanın bedeninden zemine akseden kısa bir hayatın yankısı olduğunu kurdu aklında kasap. Çıraklığından beri öldürdüğü binlercesinden derlediği öykü dolu bir cevher taşıyor elleri. Ölümün tanımlayıcı olması gerektiğini, kendi ölümünün de ellerinin sırrını ifşa edecek bir icraat olacağını, hayatının tüm yankısının ölü evinde toplanan eşe dosta boşalacağını kurdu zihninde. Ölüme bahane bulan ya da yaşamı kanla ölçüp, akan kanın zamanı buladığı tondan iğrenenlerden nefret eder kasap. Bu işin uhrevi yanının da, insanların içlerinde taşıdıklarıyla anlattıkları arasındaki dengeyi kuran iki yüzlülüklere taşeronluk etmesinin önemi yok için. Ölümü gözlemeyen kimse yokken dünyada, çoğu akan kana şahitlik etmek istemez. Yaşama kararlılığının tezahürü olarak bile öldürmek iğrenç bir eylemdir onlar için. Tanımadıkları yaşamların ölümüne tanık olmayarak onları yaşatacaklarını sanıyorlar.

Kan gölcüklerinin oluşturduğu koyu kıvamın üzerinde ışıklar yansısını bulurken, kırmızı alışıldık bir tekrara dönerken bakışlarında, dana kellesini kucaklayarak ellerini başka türlü bir gölgeye dönüştürmeye çalışması da o alışıldık riyakarlığın bulaşıcı olduğuna delalet.

Bu semtte sesini ölçerek siparişte bulunanların hepsi de, kasabın ellerinin hesabını verecek cesareti toplamak için bir şey yapmıyor. Difrizin cama dayalı istiflerinde görünen çıplak etin bakışlarda parlayan çiğliği ya da kasabın teriyle iğreti bir sihre dönüşen havadaki et aroması rahatsız etmez kimisini. Ömrünü kıyıya çekenin cenazesinde kasabın olmaması ayıplanmaz. Herkes solumayan bedenlerle ruh güreşine girdiğini bilir kasabın.

Yüreğiyle dağladığı nice yari var kasabın. Suç üstü öğle sonlarını biriktirdiği yalnızlığı bir de. Kasabın en keskin yerlerini tanrı biliyor her gün. Kimsesizliğe en çok elleri garipsenir. İbrahim oğlunun canını tanrı şehvetine yasladığında bu kadar kimsesiz miydi elleri? Kasabın hayatının her evresine sızacak o ışık duvarda asılı resimdeki Cebrail'in kollarından sıyrılıp ne zaman karışır eşyaya.

Ne zamandır yoksunduğu bir muammanın çağrısında kasabanın ahvali. Kiminin düşte gördüğünü kimisi ıssız kırda bağırır. Kuytuya düşmüş bir ahı gözlüyorlar. İbrahim'in gözünden sakındığını onlar da kendi ömürlerine... kim bilir? Zamanın diyetini vermek için ucu-başı belirsiz bir acının yolunu gözlüyorlar. Kimse kasabın ellerinin vaktin diyetini ödemek için işlediğini hesaba katmıyor.
Eskiye niyaz eden müşterileri için bir bakımlık anda çağrışımlarına yeni nostaljiler ekleyen kasabın, hissettiklerinin düşündükleriyle örtüştüğü zamanlar nadir duraklardır. Kimin ne için ve neye göre eskidiğinin, fotoğrafların göreceliliğinin aile içinde dillendirilmeyen anlatısı gibi durduğundan, harici bir şahit yıllardır. Dul kadınların yalnızlığa ve ölen kocalarına yönlendirdikleri dolaysız sitemleri karşılayan, hayal kırıklığı yaratan evliliklerin doğal akışını müdahale etmeksizin onaylayan, keşkelerin ucuna bağlanan her temenninin aracısı. Kimsenin sahip olmadığı herhangi bir şeyi taşıdığından ziyadesiyle gururlu. Ellerinin hayata işlerlik kazandıran maharetlerini yüklenerek geçirdiği yalnızlık hayalleri tüm dükkanı esir alır.